19 Mayıs 2020 Salı

Piknik klasikleri

Yaz mevsiminin vazgeçilmezi, bir aile geleneği piknikler...

Çubuklu pijama olmazsa henüz bir piknikte sayılmazsınız.

 


Mangal. Poşet kömür ve geçen yıldan mangal aletleri. (Faraş şart, küçük çalı süpürgesi)

 


Piknik tüpü. Türk insanın vücut tipine verilen isim aynı zamanda…

 


İp atlayan çocuklar. Toplu halde ip atlamak istenince annelerin ip sallama pozisyonuna geçmesi. Ardından orta yaşlı kadınların ip atlama sefası...

 


Su sırası. Ve belki su sırasında çıkan  bir tartışma...

 


Dolma, kısır, kanat mangal, rakı, karpuz, peynir, börek, haşlanmış yumurta gibi alsa hafif olmayan, piknik süresince yemek yemeye teşvik eden her daim açık büfe.

 


Kullanılmayan halı. Otluk, çimenliğe yılda birkaç kez gideceğiniz piknik için serilen eski halı şart.

 


Gazlı içecekler ve üzerinde deney yapan çocuklar. Mulaka iki farklı çeşiti karıştırmak zorundalar.

 


Salıncak. Çocukların kesinlikle düştüğü bir salıncak.

 


Arkası geniş aile arabası... İçinde karpuz, kiraz ve erik bulunan bir poşetle...


Arkasına basılmış ayakkabı. Mangal pişiren kişinin özellikle tercih ettiği bir model.

 


Tavla oynayan bacanaklar...

 


Sabunlu bez. Islak mendil daha pratik olabilecekken ısrarla seçilen sabunlu bez.

 


987263a0ed484bf08723aea496373725

Ev yapımı vişne suyu

İpek Bozkurt'tan ev yapımı vişne suyu tarifi...



İpek Bozkurt'tan ev yapımı vişne suyu tarifi...
Malzemeler:
 
1 kg vişne
1,5 lt su
1,5 bardak toz seker
4 adet karanfil
1 çubuk tarçın (isteğe bağlı)
1/2 limon suyu
 

 
Yapılışı:
 
Geniş ve derin bir tencerenin içinde vişneler, şeker ve baharatlar, üzerini örtecek kadar içme suyu ile örtülüp orta derece ateşte kaynamaya bırakılır. Köpük oluşursa bir süzgeç ile bunlar alınır.
 
Su kaynamaya başlayınca içine limon suyu eklenir ve meyveler çatlayana kadar bu şekilde orta ısıda pişirilmeye devam edilir.
 
Bu hazırlanan kompostonun içinden vişneler bir kevgir ile alınır, daha sonra pasta, tatlı içinde kullanılmak üzere saklanır. Suyu ise şişelere konup, buzdolabında iyice soğutulduktan sonra içmeye hazırdır.
 
 



090da15565a742f4a5ce620bc6c9fec4

12 Mayıs 2020 Salı

Beslenme kalitesi pirinç ile artırılabilir mi?

Çocuklar ve yetişkinlerde özellikle vücut ağırlığı, kan basıncı ve kan yağları ile ilgili sağlık parametreleri ile pirinç tüketimi arasındaki ilişki US Ulusal Sağlık ve Beslenme İnceleme Anketi ile araştırıldı.



Çocuklar ve yetişkinlerde özellikle vücut ağırlığı, kan basıncı ve kan yağları ile ilgili sağlık parametreleri ile pirinç tüketimi arasındaki ilişki US Ulusal Sağlık ve Beslenme İnceleme Anketi ile araştırıldı.
Dengeli beslenme, günümüzde gittikçe daha da önemli bir konu haline gelirken, insanlar yemek seçimlerinde lezzetli olduğu kadar sağlıklı ürün tüketmeye özen gösteriyor. Dünya popülasyonunun neredeyse yarısından daha fazlası için temel bir besin ürünü olan pirinç ise, son zamanlarda sağlıklı yaşam konusunda ilk akla gelen gıdalardan biri.
 
Pirinç tüketimi aşırı kilo ve obezite ihtimalini azaltabiliyor
 
Nutrition Today dergisinde yayımlanan US Ulusal Sağlık ve Beslenme İnceleme Anketinde, 19-50 yaş aralığında yapılan incelemeye göre, günde en az 1 porsiyon beyaz ya da kahverengi pirinç tüketimi, aşırı kilo veya obezite ihtimalini azaltabiliyor, yüksek kan basıncı riskinde yüzde 34 oranında ve metabolik sendrom riskinde ise yüzde 21 oranında azalma sağlayabiliyor. Pirinç tüketmeyenlerle karşılaştırıldığında, kalp ve damar hastalıkları, tip 2 diyabet ve metabolik sendrom ile ilişkilendirilen risk faktörlerinin pirinç tüketen bireylerde daha az görüldüğü ve baştanbaşa daha kaliteli bir beslenme düzeni olduğu söyleniyor.
 
USA Rice Federation'un açıklamasına göre, ABD'de yapılan pek çok araştırma; pirinçte yer alan farklı vitamin ve minerallerin vücut sağlığımız açısından önem taşıdığını ortaya koyuyor. Çünkü pirinçte; kuvvetli kas ve kemik yapısını güçlendiren protein, karbonhidrat, fosfor, kalsiyum, sodyum, potasyum, magnezyum, çinko, A, E, B1, B2 vitaminleri ve folik asit bol miktarda bulunuyor. Bununla birlikte, pirinç, yüksek karbonhidrat, kalsiyum ve magnezyum içeriği ile özellikle kemik gelişimini desteklemesi ile diğer hububat türlerinden ayrılıyor.
 
Karmaşık karbonhidratların kaslarda depolandığını ve vücudun enerji ihtiyacını sağladığını belirten Uzman Diyetisyen Nesrin Eriş, şöyle konuştu: "Tahıl grubunda yer alan pirincin bünyesinde B1, B2 vitaminleri ve fosfor bulunur. Bu doğrultuda pirinç, kemik ve kas gelişimine yardımcı olan demir ve kalsiyum bakımından zengindir."
 
Uzman Diyetisyen Eriş, ayrıca pirincin dünya nüfusunun 2/3'ünün kullandığı vazgeçilmez bir gıda maddesi olduğu ve bir hububat olan pirincin kolay hazırlanan, ekonomik ve besleyici bir besin kaynağı olarak binlerce yıldan beri insanlar tarafından tüketildiğinin altını çizdi.
 




310db3dcfc1e45c88d6bac4cc2bccd0e

Osmanlı saray yemekleri

Osmanlı Saray Mutfağı'nda hangi yemekler pişiriliyordu?

Osmanlı Saray Mutfağı, 1475-1478 yıllarında Fatih Sultan Mehmed tarafından Topkapı Sarayı'nın mutfak bölümüne yaptırıldı. 5250 metrekare alanı kapsayan Saray Mutfağı'nda yemeklerin pişirildiği bölümler dışında kiler, aşçı ve yamakların koğuşları, bir çeşme, bir cami ve bir hamam bulunuyor.

 

Saray mutfakları ikisi helvaheneye ait olmak üzere 10 gözden oluşuyordu. Padişahtan en aşağı saray görevlisine kadar herkesin yemekleri bu mutfaklarda pişerdi. İşte Saray Mutfağı'nda pişen yemekler ve bu yemeklerin tarihçesi…

 

Resim: Osmanlı Saray Mutfağı ve Baklava Alayı


Şirdan (Şirden) İşkembe Çorbası

İşkembe çorbası günümüzde hala değerini koruyan bir çorba. Osmanlı döneminde de hem Saray Mutfağı'nda hem de halk mutfağında sıkca pişmiş. Fatih Sultan Mehmet bu çorbayı çok sevmiş olacak ki onun döneminde bu çorba sıkça pişirtilmiştir. Nitekim o döneme ait masraf defterleri incelendiğinde özellikle kış aylarında işkembenin sürekli sipariş edildiği görülmektedir.


Nohut Çorbası

Nohut çorbası o dönemlerden günümüze dek gelmiş olsa da günümüzdeki tarifi biraz değişmiştir. Zira, 15. yüzyılda Şirvânî'nin tarifinde bu çorbada bol soğan, yağlı kıyılmış et, mumbar ve safran yer almıştır. Günümüzde pişirilen nohut çorbasında ise tarçın, nane, tavuk veya et suyu yer almaktadır.


Kuzu Kapama

Kuzu kapama yemeğinin çok ilginç bir hikayesi var. Rivayete göre, bir zamanlar bir gelin kuzu etinden güzel bir yemek yapar. Ancak çocuklarına yedirince et azalır ve kalan eti de mutfakta saklar. Gelinin kaynanası açıkıp da mutfağa yemek yemeye gidince üstü kapalı eti görür ve sorar: "Gelin bundan başka yemek yok mu ki kuzuyu kapattın?". Gelin de şöyle cevap verir: "Oğlun aç gelecek ne yapayım, ben de kuzuyu kapattım".

 

Kuzu kapama yemeği İstanbul'da halk mutfağında pişirilirken, Osmanlı'nın son döneminde Saray Mutfağı'nda da yer almıştır.


Bıldırcın Dolması

Osmanlı'da birçok sultan ava meraklıydı. Özellikle Fatih Sultan Mehmet'in sık sık ava çıktı rivayet edilir. O dönemde av hayvanlarından bıldırcın, güvencin ve yaban ördeklerinden leziz yemekler yapılırdı. Bıldırcın dolması da bu döneme ait Saray Mutfağı yemeklerinden biridir.


Nar Ekşili Kuzu Yemeği

Bu 14.-16. Yüzyıl İstanbul mutfağına ait bir yemek. O dönemde et yemeklerinin bolca yendiğini görüyoruz. Bu nedenle, etler damak tadına bağlı kalmak suretiyle farklı aromalarla marine edilmiştir. En yaygın marine işlemi şu şekilde yapılmıştır: Hardal tohumu güzelce dövülüp bir miktar limon veya sirke ile karıştırılır. Bu karışım, koyu macun hale gelince etlere sürülür ve belli bir süre bekletildikten sonra kullanılır. Ayrıca, et yemeklerinin üzerine mutlaka dereotu, maydanoz ve nane serpilir.


Çerkez Tavuğu

Bir rivayete göre Çerkez kızlarının güzelliği dillere destanmış, istemeye gelenlere her istenen kız kendi elleriyle Çerkez tavuğu pişirip sunarmış, eğer yaptığı yemek kendi gibi güzelse o kız hemen istenirmiş.

 

Kafkaslardan gelip İstanbul'a ve çevresine yerleşen Çerkezler, ağır geleneklerinin yanında mutfak kültürlerini de korumayı bilmişlerdir. Çerkez mutfağının baş yemeklerinden olan Çerkez tavuğunun yanında Çerkez salatası da İstanbul Saray ve halk mutfağında yerini almıştır. Tarifini 19. yüzyıl yemekleri arasında görebildiğimiz bu yemeğin özellikle misafirler için pişirildiğini bilmekteyiz.


Levrekli Pilav

19. yüzyıl sonlarında Saray ve varlıklı ailelerin, İngiliz ve Fransız mutfağından esinlenerek, konuklara özel balık tabakları içinde haşlanmış levrek etinin yanına mayonez koyarak servis ettiklerini görmekteyiz. Kadıköy, Üsküdar, Karaköy ve Haliç'te bulunan sandallarda pişirilen balık ekmek ise orta kesimi doyurmuştur.

 

Bizans mutfağının baş yemeği olan deniz ürünleri, 18. ve 19. yüzyılda farklı tarzda pişirilerek Saray Mutfağı'nda yer almıştır.


Karidesli Börek

Saray mutfağında pişirilen hamur işlerine baktığımızda, karidesli börek dışında deniz ürünü kullanılarak yapılan börek veya çöreklere (son yüzyılda hamsili pide vb.) rastlayamamaktayız.

Yemek kültürümüze girmiş balık ve diğer deniz ürünleri ile yapılan yemekler, Ramazan aylarında daha az tüketilmiştir. Çok eski bir rivayete göre balık "beni yiyen doymasın, beni tutan olmasın" demiştir. Bu anlayışla olsa gerek balığın tok tutmayacağı düşüncesiyle Ramazanlarda balık az tüketilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemindeki masraf defterlerine bakıldığında balık, karides ve istiridyeye rastlamaktayız. Bu, deniz ürünlerine Fatih Sultan Mehmet döneminde önem verildiğini göstermektedir. Karides sadece börek olarak değil, aynı zamanda yahni, güveç, çorba, kavurma, ızgara ve salata olarak da rağbet görmüştür.


Kağıtta Tekir Kebabı

Tekir balığının adı, çene altında bulunan 2 adet bıyıktan gelmektedir. Osmanlı döneminde boğazda bolca balık olduğundan deniz ürünleri halk mutfağında da yer buluyordu.

 

Tekir kebabı ise kağıtta pişirme yöntemi ile, Saray Mutfağı'nda yapılan tarifler arasında dikkat çekiyordu. Mangal ya da ızgarada da aynı şekilde pişirilmekteydi.


Sütlü Dil Balığı Güveci

II. Abdülhamid'in, lüferin yanağında bulunan eti çok sevdiği ve ona bu etin özel olarak hazırlanıp sunulduğu rivayet edilmektedir. Süt kullanılarak yapılan et ve balık yemeklerinin ayrı bir inceliği olmuştur. Lop eti olan balıklar, koyun ve kuzudan yapılan yemeklerde, sütün etin içine nüfuz etmesi için olsa gerek, balık veya et önce biraz sütte hafifçe haşlanır, daha sonra şişe veya ızgaraya konup köz ateş üzerinde pişerken üzerine süte batırılan kuş tüyü ile tekrar süt sürülürmüş.


Kuru Börülce Piyazı

Börülce Ege ve Akdeniz bölgesinin karakteristik bitkisidir. İstanbul ve çevresinde oturan göçmenlerin, getirdikleri tohumları bahçelerinde ekerek yetiştirmeleri börülcenin İstanbul mutfağında yayılmasında etkili olmuştur. 19. yüzyıl yemeklerinde kendini gösteren börülceden taratorlu salata, piyaz, zeytinyağlı yemek, çorba ve turşu yapıldığını söyleyebiliriz.


Peynirli Sakız Kabağı Dolması

Kabak 15. yüzyıl Saray mutfağında borani olarak pişirilmiştir. 16. yüzyıldan sonra İstanbul mutfağında kabak dolmasının, koruklu kabağın, bal kabağının tümüyle dolmasının, kabak kalyesinin, yoğurtlu kabağın, kabak salatasının, kabak çorbasının, kabak kavurmasının, kabak turşusunun, kabaklı kol böreğinin, sakız kabağından kıymalı musakkanın, asma kabağı dolmasının, tatlı kabak tatlısının ve reçelinin tüketildiği görülmektedir.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra mübadele ile Girit'ten gelenler, yeni yemek kültürlerini de beraberinde getirmiştir. Mesela kabak, çiçeği ile birlikte toplanmış, hem kabak hem de çiçeği dolma olarak pişirilmiştir. Peynirli ve çökelekli kabak dolması bu şekilde İstanbul mutfağına girmiştir.


Patlıcan Mücmeri

Patlıcan ile bir önceki yemek tarifinde saydığımız yemekler dışında İstanbul Saray ve halk mutfağında imambayıldı, karnıyarık, etli ve zeytinyağlı dolma, salata, etli musakka, börek, kaygana, paça, tava, kavurmalı yemek, güveç, turşu, reçel vb. yapılmıştır. Patlıcan mücmeri de bunlar arasında yer alıp bu yemek eski İstanbul mutfağında, bildiğimiz mücver gibi yapılmamıştır. Geçmişte zahmet harcayarak yapılan patlıcan mücmeri artık kabak mücveri gibi yapılır hale gelmiştir.


İstanbul Pilavı

Geçmişi 7000 yıl öncesine dayanan pirinç, Hindistan'dan İç Anadolu'ya gelmiş, böylece Saray mutfağının ve İstanbulluların en sevdiği yemekler arasına girmiştir.

Osmanlı döneminde pirincin büyük bir kısmı Mısır'dan karşılanmış, kalan kısmı İran ve Filipin'den alınmıştır. Evliyâ Çelebi, Bitlis Beyinin halka verdiği bir ziyafette keklik pilavı, nar pilavı, çilav, püryan, derman, dut, amber, öd, badem, kişniş, fıstık, köfte, kerkü pilavı olmak üzere 13 çeşit pilav saymıştır.

1574 yılında tutulan muhasebe kayıtları incelendiğinde, Sarayın kilerinde bulunan 975 ton pirinçten o yıl Has mutfakta 42 ton, yabancı elçi ziyafetlerinde 229 ton, Divan yemek - şenliklerinde 208 ton, Enderun görevlileri için 188 ton olmak üzere yaklaşık 716 ton pirinç pişirildiği, geri kalan bakiye pirincin bir sonraki yıla devredildiği görülmektedir.

Pilavı çok seven Sultanların, pilava adları da verilmiştir (Sultan Reşat Pilavı, Ali Paşa Pilavı).


Fava

Sarayın zeytinyağı ihtiyacını karşılayan Girit Adası'nın Osmanlı hâkimiyetine geçmesiyle birlikte, oradaki lezzetler de İstanbul mutfağında yerini almaya başlamıştır. Mübadelede zamanında gelen Giritli Türkler, otsuz yaşayamayacakları için Beykoz, Büyükdere ve çevresine (otu ve yeşilliği bol olan yerlere) yerleşmişlerdir. Giritliler yerleştikleri yerlerde sıkça kendi yemeklerini pişirerek hem gelen komşulara ikram etmişler hem yemeklerin pişirilmesini hem de topladıkları çeşitli otları ve zeytinyağını hangi yemeklerde kullandıklarını çevredekilere öğretmişlerdir. Böylece fava gibi Girit yöresine özgü yemekler mutfaklarımızda yerini almıştır.

 

Rivayete göre II. Abdülhamid, Girit adasına oradaki halka sağlık hizmeti verilmesi için doktor göndermiş, ada olmasının ve o dönemde ulaşımın zor olması nedeni ile aylar sonra doktor Sultana telgraf çekmiş ve "Sultanım beni buradan alın, herkes çeşit çeşit yabani ot toplayıp yediğinden vücutları şifa bulmakta ve hiç hastalanmamaktadır." demiştir.


Topik

Topik yemeği İstanbul mutfağına Ermeni yemek kültüründen girmiştir. Ermeniler'in hayvansal gıdalar tüketmediği perhiz döneminde tükettiği popüler bir yiyecektir.  50 gün süren bu perhiz döneminde süt, et vb. hayvansal gıdalar tüketilmezken, bolca topik tüketildiği bilinir.


Soğanlı Muska Böreği

Saray mutfağının çok eski ve en sevilen böreklerinden biri olan bu börek, İstanbul halk mutfağında da beğenilerek yapılmıştır. 18. ve 19. yüzyılda çokça yapılmasına karşın günümüzde unutulan bir börek çeşididir.

D'ohsson, Saray mutfağında yapılan enfes böreklerden çok etkilenmiş olsa gerek, 1788 yılında yayınlanmış olan kitabında "hamur işi olan bu böreklerin, halkın çok sevdiği yemek olduğundan; hafifliği, güzelliği (lezzeti) ve kat kat yapraklı oluşu ile Avrupa pastalarına benzediğinden; içlerine çeşit çeşit sebze, et, meyve ve reçel konularak çok büyük yapıldığından; yapan aşçıların çoğunun Arap olduğundan" bahsetmiştir.


Karaköy Poğaçası

18. yüzyıldan günümüze kadar gelmiş ve Karaköy'ün adıyla özdeşleşmiş bu lezzet İstanbul halkının sevdiği lezzetlerdendi.


Kanlıca Yoğurdu

Rivayete göre, eskiden bir köy olan Kanlıca'da yetişen otlarla beslenen hayvanların sütünün ve bu sütten yapılan yoğurdun rengi "uçuk kan rengi" olduğundan, buraya önceleri "kanlı" denmiştir. Zaman içerisinde bu köy Kanlıca adını almıştır.

 

Kanlıca yoğurdunun en önemli özelliği, içinde hiç bir katkı maddesinin olmaması, hayvanların doğada beslenmesi, hiçbir suretle suni yem verilmemesi ve nefis camış sütünün kullanılmasıdır. Osmanlı döneminde Kanlıca yoğurdu kaşıkla değil bıçakla kesilerek servis yapılırdı. Osmanlı döneminde Kanlıca Çarşısına getirilen meşhur kanlıca yoğurtları, Avrupa yakasından sandalla gelen yolcular tarafından beğeniyle yenir, bu güzellik her akşamüstü devam ederdi.


Dövme Salata

15. yüzyıl sonlarına doğru ülkemize giren salatalık (eski adıyla badem veya hıyar), Saray ve İstanbullular tarafından turşu, salata, cacık olarak tüketilmiş; ıhlamur, kuşburnu gibi içeceklere kabukları konarak çay olarak da içilmiştir. Serinlik verdiği için yazın salatalık, yoğurt bolca tüketilmiştir.


Keşkül-ü Fukara

Hindistan cevizinden yapılmış ve "keşkül" adı verilen kaplara tatlı konularak dağıtılması nedeni ile adını buradan aldığı rivayet edilir. (Dervişlerin, gururlarını bilemek için halk arasında dilenip kendilerine verdikleri yiyecekleri koydukları kaba da "keşkül" denirdi.) Osmanlı döneminde kazanlarla, içinde bol badem, antepfıstığı vb. malzeme konarak yapılan bu tatlının, fakirlere dağıtıldığı için Keşkül-ü fukara (yoksul çanağı) olarak isim aldığı bir başka rivayettir. Yeri gelmişken, tatlıların üzerine kuruyemiş koyma âdetinin çok eski bir Anadolu geleneği olduğunu söylemek gerekir.


Lalanga

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Sarayda ve İstanbulluların mutfağında yumurtanın girmediği tatlı veya yemek çok azdır. Eski Bizanslıların "lalagia" adını verdiği basit bir yumurtalı hamur işi olan bu tatlıyı, Bizans zenginleri bala batırarak yermiş. Saray mutfağında "lalanga" olarak adlandırılan bu tatlının en çok peynirlisi ve ballısı yenmiştir. Kaygan hamurla yapılmasından dolayı bu adı aldığı bilinen kayganalar, hem tatlı malzemeler (bal, pekmez, kaymak, ceviz, şurup, komposto, şeker) konarak tatlı, hem de tuzlu malzemeler (peynir, kıyma, ot kavurması, sebze kavurması, tarhana, patates, tavuk, balık) konarak tuzlu yemek yerine yenmiştir. Yabancılar da krep olarak kendi mutfaklarına bu lezzeti almışlardır.


Karadut Peltesi

Saray mutfağında, meyve de çokça tüketilmiştir. İstanbul'un hemen hemen yerinde bulunan dut ağaçları sanki o dönemler şehri temsil eder gibi göğe yükselmiştir. 1574 tarihli muhasebe kayıtlarına bakıldığında, Saray helvahanesine tonlarca "dut-i siyah", yani "karadut" alındığı görülmektedir. Büyük olasılıkla bu duttan reçel, şerbet ve paluze (palude) yapılmıştır. Rivayete göre birbirlerini çok seven iki sevgili, izdivaçlarına aileleri şiddetle karşı çıktığı için kaçmak üzere bir gece ormanın derinliklerinde buluşmaya karar vermişler. Ancak vahşi hayvanlar kıza saldırmış, kız kaçarak kurtulmuş, ama başörtüsü yere düşmüş. Delikanlı kan ter içinde yetişmeye çalışırken yerdeki örtüyü görmüş ve hayvanların sevdiği kızın öldürdüğünü sanıp hançerini kendine saplamış, oracıkta ölmüş. Kızcağız saklandığı yerden merakla, geç kalan sevgilisine baktığında öldüğünü görmüş, hançeri kendi kalbine saplamış ve sevdiğinin üzerine düşmüş. Yaradan onların bu güzel aşkını sonsuz kılmak için buluştukları ağacı ölümsüzleştirmiş, gencin kanını ağacın meyvesine, kızın gözyaşlarını da bu ağacın yapraklarına vermiş. O zaman bu zaman gencin kanını kızın gözyaşları temizler düşüncesiyle olsa gerek, karadut yedikten sonra dut lekesinin elden çıkması için dutun yapraklarıyla eller ovuşturulur.


Höşmerim

Evliyâ Çelebi, ünlü Seyâhatnâmesi'nde, höşmerimin Trabzon'a yerleşen ilk Türk göçebelerinde görüldüğünü anlatır. İlk höşmerimi Orta Asya'dan göçerek gelen Anadolu Yörüklerinin yaptığı da bilinenler arasındadır. Bazı yörelerimizde höşmerim "peynir tatlısı" olarak bilinir. Bir rivayete göre, eskiden eşlere saygı göstergesi olarak er, erim diye hitap edilirmiş. Pek fazla yiyeceği olmayan bir gelin askerden yeni gelen eşine evde bulunan irmik, peynir ve şekerden oluşan bu tatlıyı yapıp ikram etmiş, "beğendin mi kocacım" anlamında "hoş mu erim" diye sormuş. O zamandan bugüne bu tatlının adı bir iki harf değişimiyle "höşmerim" olmuş. Bazı yörelerimizde "höşmelim" de denilmektedir.


Gülhatmi Şerbeti

Gülhatmi, Saray ve İstanbullular tarafından özellikle öksürüğe iyi gelmesi ve göğsü yumuşatması nedeniyle sıkça tüketilmiştir. Çok eskiden beri bu çiçek Saray, köşk, konak ve tüm İstanbulluların bahçelerinde mutlaka yetiştirilmiştir. Taze ve kurutularak da kullanılan bu çiçek, şerbet ve reçel yapımının yanı sıra Saray hekimleri tarafından ilaç ve macun yapımında da kullanılmıştır. Kurutulan çiçekler sigara gibi sarılıp balgam söktürmek için içilmiş, lapası yapılıp ağrıyan ve şişen bölgelere sarılmış ve göz kanlanmasına banyosu yapılmıştır. Özellikle Ege'de gülhatminin şerbet mayası ve reçeli yapılmakta, bazı yemeklere de şifalarından yararlanmak için konulmaktadır.


Badem Ezmesi

14. yüzyılda Sarayda, helvahânede çalışan Edirneli şeker ustaları bu lezzeti Saraya ve gelen konuklara sevdirmiştir. Tatlı ve acı olmak üzere iki çeşit badem ezmesi yapılmıştır. 16. yüzyıla kadar bu tür tatlılarda tatlandırıcı olarak pekmez ve bal kullanılmışken, 17. yüzyıldan sonra şekerin bulunabilir olmasıyla tatlandırıcı olarak şeker kullanılmıştır. Acı bademin fazla yendiğinde veya kullanıldığında zehirleme etkisi olduğundan, tatlılardaki badem miktarları ustalar tarafından dikkatlice ayarlanmıştır. 17. yüzyıl sonlarında, İstanbul'un şeker, akide şekeri, lokum ve badem ezmesini karşılayan bir zat, çeşit çeşit şekerler, lokumlar geliştirerek ülkemizin bu özel tatlarını dünyaya taşımıştır. Günümüz ustaları da bu lezzetleri aynı nefasette imal edip gerek yurt içi gerekse yurt dışında mutfağımızı tanıtmaktadır. Aynı şekilde, meşhur Bebek Badem Ezmesi 19. yüzyıldan beri geçmişteki nefasetinden ödün vermeden günümüzde de üretimine devam etmektedir.


Boza

Geçmişi milattan öncelere dayanan boza, Orta Asya'da Türkler tarafından yapılmış, özellikle enerji verdiği keşfedilerek kış aylarında tüketilmiştir. Türkler göçtükleri her bölgeye bozayı öğretmişlerdir. Sarayda boza Kasım, Aralık, Ocak, Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs aylarında sıkça tüketilmiş olup bunu o dönemlere ait masraf defterlerinde alınan pirinç miktarlarından anlayabilmekteyiz. Saraya pirinç olarak daha ziyade Edirne pirinci alınmış, bunları bulgur ve darı takip etmiştir. Cam sürahilerde saklanan boza Osmanlı Ordusunun da vazgeçilmezi olmuştur. 16. ve 17. yüzyılda tutulmuş olan tayinât, yani tahsisât defterlerinde, yeniçeriler için alınan ve boza yapımında kullanılan malzemelerin türü ve miktarlarından bunu rahatlıkla anlamaktayız. Kış aylarında cümle meşrubatçıların da yardımıyla yapılan bozalar yeniçerilere dağıtılmış, içerdiği çeşitli vitaminler, yağ, kalsiyum, demir ve çinko yeniçerileri hem tok hem de sıcak tutmuştur. Boza eğer yapıldıktan sonra soğuk ortamda bekletilmezse fermantasyonu devam eder ve içerisindeki bazı besin öğeleri alkol açığa çıkarır. 17. yüzyılda Sultan IV. Murat ve IV. Mehmet dönemlerinde boza şiddetle yasaklanmıştır. O dönemlerde üretilen bozalara keyif verici ve alkolün daha çok açığa çıkmasını sağlayıcı maddeler eklenmesi bozanın yasaklanmasında etkili olmuştur. Daha sonraları bozanın yararları ve sevilen bir ata içeceği olması nedeniyle boza yeniden itibar kazanmıştır. İstanbul sokaklarında dolaşan bozacılar ve açılan boza dükkânları iş kolu olarak da İstanbul'a katkı sağlamıştır. Bugün, Vefa Bozacısı, özünden ödün vermeden geçmişteki tadı ile ağzımızı tatlandırmaktadır. Boza, mutlaka cam veya porselen kaplarda muhafaza edilmelidir. Alüminyum ve benzeri kaplar zehirlenmelere sebebiyet verir.


28e3463e9bf445b583bc9dd949a92b58

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Çalışan kadının taşı: Akik…

Akik taşından yüzüğü parmağında taşıyan kişinin kendisine güveni artar.



Akik taşından yüzüğü parmağında taşıyan kişinin kendisine güveni artar.
Akik taşı kalsedon kuvarsının bir türüdür. Yarı saydam mineraldir. Bu taş içerdiği bileşenlere göre birçok renkte olabiliyor. Tarihte bu taştan yüzükler, mühürler, düğmeler ve süs eşyaları vb. eşyalar yapılmıştır. En çok bilinen rengi ateş kırmızısıdır. Bu taş, siyah ve beyaz renk aldığında oniks adını alır.
 
Akik taşının faydası:
Bedeninizde gergin hissettiğiniz alanlara bu taşı koyarak sıcak enerji vermesini sağlayıp gerginliği azaltabilirsiniz. Genelde ağrıları gidermek için kullanılır. Cilt hastalıklarına karşı etkilidir. Cinsel organlarınız ve cinsel hayatınız için faydalıdır. Hamilelikte kullanımı söz konusu çünkü hem bebek hem de anne için çok sağlıklıdır. Kemikleriniz ve dişlerinizin korunmasında faydalıdır. Bu taşın bir diğer özelliği de kendinizi ruhen kötü hissettiğinizde olayların negatif yönünün yanı sıra pozitif yanlarını da görmenizi sağlar. Bu taş dünyadaki başarıları simgeler. Cesareti artırır. Genellikle iş dünyasında kullanılan bir taştır.
 
Akik taşının renklerine göre etkileri:
Mavi akik taşı boğaz çakrasında etkilidir. Ve boğazda yaşana sorunları bu taş ile çözebilirsiniz. Konuşma güçlüğü çekenler için de faydalıdır.

 
Kırmızı ve turuncu renkteki akik taşları tembelliği yok eder ve ana yoğunlaşılmasını sağlar.

 
Yosun Akik içinizi koşulsuz sevgi ile doldurur ve ruhsal gelişiminize faydalıdır.

 




f3e345c362a74d1d99c7853c3e60ebfd

Açık renk oje modasına uymak için dikkat etmeniz gereken 4 madde!

Ten, bej ya da uçuk pembe... Seçim sizin!



Ten, bej ya da uçuk pembe... Seçim sizin!
Bu sene oje modaları sadece tırnak sanatları ve rengarenk ojelerden oluşmuyor. Bunların dışında, farklı renkler de çok moda, mesela transparan renkler. Fakat bunu uygularken özellikle dikkatli olmalısınız. Doğru tonu seçmediğiniz taktirde, elleriniz çok soluk gözükebilir, tırnaklarınız ölü tırnağına benzeyebilir.
İşte ten rengi oje kullanırken dikkat etmeniz gerekenler;
Tırnak diplerinizdeki renge bakın!
 Tırnak diplerinizin rengi eğer açık ise, bebek pembesine yakın olan tonları deneyebilirsiniz. Eğer koyu ise, bej ya da şeftali tonlarına yakın olanlardan tercih edebilirsiniz.
Taban ve cilaya dikkat!

Opak renklere göre, transparan ojelerde kullandığınız cilalar ve tabanlar çok önemlidir. Çünkü hiçbir şeyi kapatamazsınız. Bu nedenle çok dikkatli olmalısınız. Ojenizi sürmeden önce tırnağınızın üzerinde ya da kenarlarında eski ojelerinizden bir leke kalmamasına çok özen gösterin. Aksi takdirde çok çirkin gözükecektir.
İnce cilalar kullanın!
Transparan renklerdeki ojeleri sürmek zordur. Bunu kalın cilalarla daha rahat kapatabilirsiniz fakat bu da ojenin rengini kapatır ve sürerken etrafa taşırmamak için çok dikkatli olmalısınız. Bu nedenle ince katmanlı olan parlatıcılardan kullanın.
Şişenin dışından görünen renge aldanmayın!
Bazen dışından çok koyu gördüğümüz bir renk çok açık çıkabilir ya da tam tersi olabilir. Bu nedenle almadan önce küçük tırnağınızda çok az deneyin. Nasıl duracağını görmeniz seçiminizi kolaylaştırabilir.



dae6f5f4b61246059bc5be8022e23cd5

Kış mevsiminde çok kilo alıyorsanız...

Uzm. Dyt. Rumeysa Çetin, "Kışın beslenmeme dikkat edemiyorum" diyenlere özel önerilerde bulundu.



Uzm. Dyt. Rumeysa Çetin, "Kışın beslenmeme dikkat edemiyorum" diyenlere özel önerilerde bulundu.
Özel Isparta Hastanesi'nden Beslenme ve Diyet Uzmanı olan Uzm. Dyt. Rumeysa Çetin, kış aylarında nasıl beslenmemiz gerektiğine dair tüyolar verdi.
 
Soğuk havalarda metabolizmanın yavaşlaması ile birlikte havanın erken kararması, yağışlı günler bizi hareketsizliğe sürüklüyor. Tüm bunlar hazır gıdalara, atıştırmalıklara doğru itiyor gibi görünse de aslında kışı sağlıklı ve dengeli beslenerek geçirmek hiç de zor değil. Bunun için neler yapabileceğimizden bahsedecek olursak, öncelikle kış besinlerini doğru seçmeliyiz. Sağlıklı ve dengeli beslenmenin yanı sıra, spor ve egzersiz, vücudun sağlıklı çalışmasının garantisidir. Spor yaparken performansın değerlendirilmesi için vücut yağ ve kas kitlesi ölçümlerinin tespit edilmesi ve belirli aralıklarla değerlendirilmesi önemlidir.
 
Günümüzde vücut analiz ekipmanları ile çok kolay bir şekilde bu değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Üstelik bu ekipmanlar vücut yağ ve kas kitlesi değerlerinin yanı sıra kişinin beden kitle indeksi, fiziksel aktivite derecesi, günlük alınması gereken kalori miktarı ve metabolizma yaşı gibi birçok değeri de saptayarak hedefe ulaşmak için yol gösterici olmaktadır.
 

 
Hepinizin bildiği gibi kışın C vitamini ağırlıklı beslenmek önemlidir. Sebebi; C vitamini savunma sisteminde önemli bir yeri olmasıyla birlikte aynı zamanda vücuttan zararlı maddelerin atılmasını sağlar. Kuşburnu, yeşilbiber, maydanoz, tere, roka, karnabahar, ıspanak, portakal, limon, mandalina, çilek, böğürtlen, lahana, marul, asma yaprağı gibi yeşil yapraklı sebzeler zengin kaynaklarıdır. Bu besinleri taze olarak tüketmek, bekletmemek, kayıpları önlemek açısından önemlidir.
 
Bağışıklık sistemim için ne yapmalıyım?
 
Ara öğünlerinizde mevsim meyveleri ile birlikte yoğurt, ayran veya kefir tercih edin.
Çay, kahve yerine; kuşburnu, böğürtlen, ıhlamur gibi bitki çaylarını tercih edin.
Çinekop, istavrit, levrek, çipura, hamsi gibi mevsim balıklarını haftada en az 2 kere tüketmeye özen gösterin.
Salatalarınızda limonu tüketmeden hemen önce kullanın.
Soğuk havalarda su içme isteği azalacağından sıvı alımına ve su içeriği yüksek sebze, meyveleri tüketmeye özen gösterin.

 
 



4e5d12f27896406ab141e85c1129ad3e

levrek balığı

Mevsimin en lezzetli balıklarından levrek...



Mevsimin en lezzetli balıklarından levrek...
Malzemeler:
1 kg. temizlenmiş levrek fileto
800 gr. kuru soğan
1 adet kereviz
1 adet havuç
1 dal tarhun
Un
Sebze suyu
Sızma zeytinyağı
Tuz
Karabiber
Yapılışı:
Soğanları ayıkladıktan sonra jülyen kesin. Bir tutam tuz, zeytinyağı, küp kesilmiş kereviz ve havuç (sebzelerin her biri 50 gr.) ile tencerenin kapağını kapatarak hafif ateşte pişirin. Un ve zeytinyağı karışımını fırça ile balık dilimlerine sürüp yapışmaz yüzeyli tavada her iki tarafını da 3 dk. yüksek ateşte soteleyin. Daha sonra hafif ateşte pişirdiğiniz soğan ve balıkları fırın kabına aktarın. Aynı tavaya zeytinyağı, 2 çorba kaşığı dolusu un ve doğranmış tarhun ekleyip 1 su bardağı sebze suyu ile sulandırın. Sosu 5 dk. kaynattıktan sonra bir tutam tuz ve karabiber ile tatlandırıp balıkların üzerine aktarın. Fırın kabının ağzını alüminyum folyo ile kapatın. Önceden ısıtılmış 160 derece fırında 30 dk. pişirin. Folyoyu üzerinden alıp 30 dk. daha fırında aynı ısıda pişirin. Fırından çıkarttıktan sonra polenta ya da patates püresi ile servis yapın.



d951d9a13fe645099d981b62a6c9d993

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Grip virüsü kalbe yerleşip öldürebilir!

Geçen hafta üst solunum yolu enfeksiyonu sebebiyle tedavi görürken hayatını kaybeden 2 ve 5 yaşlarındaki iki çocuktan birinde 'kalp kası iltihabı' olarak bilinen miyokardit tespit edilmişti. Bu olay akıllara "Grip kalbe zarar verir mi?" sorusunu getirdi. Her gribin kalbi vurmayacağını belirten Çocuk Kardiyoloji Uzmanı Prof.Dr. Ender Ödemiş "Ancak çocukta ateş olmadığı halde taşikardi dediğimiz nabız yüksekliği varsa kalp açısından da incelenmeli" dedi. Peki, neden grip virüsü kalp kasına zarar verir? Miyokardit nasıl tedavi edilir?

Beylikdüzü'nde geçen hafta hayatını kaybeden 2 ve 5 yaşlarındaki iki çocuğun ölümüyle ilgili inceleme sürüyor. Üst solunum yolu enfeksiyonu bulgusuyla tedavi altında olan çocukların ani ölümlerine, kalp kası iltihabı olarak bilinen 'miyokardit'in neden olduğu düşünülüyor. Peki, uzmanlar bu konuda neler söylüyor, hangi uyarılarda bulunuyor?


'Grip virüsü kasları çok seviyor'

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof.Dr.Haluk Çokuğraş "Grip virüsünün kasları çok sevdiğini, son zamanlarda 'miyozit' adı verilen kas zafiyetini de çok görmeye başladıklarını anlatarak "Çocuk, grip ya da üst solunum yolu enfeksiyonu geçirirken yürüyemez hale gelebiliyor. Bakıyoruz, kas enzimleri çok yükselmiş. Bunun nedeni virüsün kaslara yerleşmesi. Tedaviden sonra düzeliyorlar. Gribe yakalanmak istemiyorsanız aşı olmak zorundasınız. Özellikle risk grubundakilerin grip aşısı olması gerekiyor. Bir de bu yıl virüs değişti söylentileri var. Zaten grip virüsünün özelliği, her yıl değişim göstermesidir. Yani virüsler aslında makyaj yapar, bağışıklık sistemi onu tanıyamaz ya da zorlanır ve hastalık oluşur. Ancak bazen de o makyaj olmaz, estetik ameliyat olur ve o zaman çok büyük salgınlar meydana gelir. Tam grip mevsimindeyiz, her yıl olduğu gibi bu yıl da influenza sayısında bir artış var. Olağan dışı bir şey yok. Bu yıl H1N1 daha ön planda" diye konuştu.

Grip aşısı grip olmayı engellemiyor mu?

"Grip aşısı oluyorum ama o sene üç kere grip oluyorum, aşı bir işe yaramıyor" yaklaşımının da doğru olmadığını vurgulayan Prof.Dr. Çokuğraş, sözlerini şöyle noktaladı: "Özellikle çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonuna yol açan yaklaşık 200 civarı farklı virüs var. Bunlar içinde influenza sadece bir tanesi. Aşı olduğunuzda kalan 199 virüs nedeniyle gene enfeksiyon geçirebilirsiniz. Ancak bu enfeksiyonlara daha sonradan influenza da eklendiğinde tablo daha ağır seyreder. Bu nedenle riskli grubun mutlaka aşı olması gerekiyor. 2 yaşından küçük çocuklar, 65 yaşından büyük olanlar, bağışıklık sistemi bir şekilde baskılanmış olanlar, diyabet, kalp gibi kronik hastalığı olanlar ya da kortizon kullanan hastaların grip aşısı olması şart. Herhangi bir virüs enfeksiyonu geçirdikten sonra ateş düşüp sonra çıkıyorsa o zaman çok uyanık olmak lazım. Çünkü enfeksiyonun zayıflattığı bir bünyede bir bakteri enfeksiyonu çok daha kolay eklenip daha ağır tablolara yol açabiliyor."

Miyokarditin belirtileri grip ile aynı ama...

Prof.Dr. Ender Ödemiş, yaşanan bu üzücü olayla birlikte miyokardit konusunda dikkatli olunması gerektiğini belirterek şöyle konuştu: "Miyokardit yani kalp kasının iltihabı, aslında tahminimizden daha fazla özellikle çocuklarda görülen bir sağlık problemi. Gribe yol açan influenza virüsü nedeniyle görülebildiği gibi viral üst solunum yolu enfeksiyonu yapan diğer bazı virüslerden sonra da kalp kasının iltihaplanması mümkün. Bu türden miyokarditlerin teşhisi gerçekten çok kolay değil. Belirtiler üst solunum yolu enfeksiyonu veya grip ile aynı çünkü. Ancak çok önemli belirleyici bir durum, taşikardi dediğimiz kalbin normalden çok hızlı atması durumu var. Miyokardit olan çocuklarda bu, daha belirgin olur. Üst solunum yolu enfeksiyonu olan çocuklarda ateşle birlikte taşikardi görülebilir. Ancak miyokarditte ateş çok yükselmeden de kalbin çok hızlı attığı fark edilebilir. Yani ateşle orantısız bir şekilde kalbin çok hızlı attığı fark edilirse mutlaka çocuğun bir kalp doktoru tarafından da değerlendirilmesi gerekir."

Miyokardit nasıl teşhis ediliyor?

Prof.Dr. Ödemiş, miyokardit vakalarının önemli bir kısmının hiçbir sıkıntı olmadan hatta fark edilmeden kendiliğinden iyileştiğine de işaret ederek şunları söyledi: "Nadir de olsa bir kısmında sonuçlar olabiliyor. 'Dilate kardiyomiyopati' dediğimiz kalp kasının kasılma özelliğinin bozulduğu kronik bir hastalığa yol açması, daha sonra da kalp nakline varabilecek ağır kalp yetmezliğinin gelişmesi söz konusu olabiliyor. Doğrusu viral enfeksiyonların bulguları genel olarak birbirine çok benziyor. Kalp kasının tutulup tutulmadığını anlamak bırakın aileyi, doktorlar için de zor. Ancak şüphelenilmesi gerekiyor. Bu nedenle öncelikle viral enfeksiyonlara karşı kendimizi korumamız, savunmasız kalmamamız lazım. Antiviral ajanların kullanılması da son zamanlarda çok başvurduğumuz bir yöntem. Profilaksi (korunma) amacı da kullanılabiliyor ya da testlerde influenza pozitif çıktıysa ağızdan verilen antiviral ilaçlarla virüsün üremesinin daha ciddi boyutlara ulaşıp organ tutulumlarının önüne geçilmesi mümkün olabiliyor. Miyokardit teşhisinde, muayene, elektrokardiyografi (EKG) ve ekokardiyografi (EKO) ve kan testleri kullanılıyor. Teşhisten sonra genellikle takip yapılıyor. Ama o dönem içerisinde kalp kasını destekleyici bazı tedaviler de uygulanabiliyor. Akut dönem dediğimiz 3-4 haftalık süre atlatıldığında çocukların yüzde 70'inde hiçbir sekel (bozukluk) kalmadan iyileşme oluyor. Çok az bir bölümünde ani ölüm görülüyor."

3ce0bd654156459ba32bba07ceaa5a65